Tutuklanmadan üç hafta önce Keçiören ADD’nin konferansında bir dinleyici pat diye sordu:

- Niçin siyasete girmiyorsunuz?

Benzer sorularla sık karşılaştığım için kendimce oluşturduğum bir yanıt vardı. Önce siyasetin önemini anlattım. Desteklediğimiz, karşı çıktığımız bütün yasalar Meclis’ten geçiyor, dedim. Salonda siyasete girmek isteyen kaç kişi var parmak kaldırsın, dedim. Çok az bulduğumu, olabildiğince çok kişinin siyaseti düşünmesi gerektiğini söyledikten sonra kendi yanıtımı verdim:

“Arkadaşlar bu ülkenin sizinle nefes alıp veren gazetecilere de ihtiyacı var. Benim bu mesleğe ilişkin çok hayallerim var. Yineliyorum, lütfen siyaseti düşünün…”

Toplantıdan sonra, doğduğum toprakların çocuğu öğretmen Rahmi  yanıma geldi, aynen şunları söyledi:

“Abi sen siyasete gireceksin. Ne dersen de, memleketin bu havası seni siyasetin içine çekecek. Demedi deme.”

Halen mektuplaştığım öğretmen Rahmi haklı çıktı. Karşı karşıya kaldığım saldırının pek çok boyutu bir yana, özü siyasal.

Ben de bu siyasal saldırıya siyasal karşılık vermek durumundayım.

***

Öncelikle şunu vurgulamak isterim; siyaseti bir kurtuluş, bir sığınma yeri olarak düşünmüyorum. Tam tersine bir mücadele zemini olarak seçiyorum.

Bütün yasal tartışmalar bir yana dokunulmazlık zırhına bürünmeyi reddediyorum. Eğer siyasal hedefimi gerçekleştirebilirsem, yargılanmaya devam etmek istiyorum.

Çetelerle mücadele etmek isteyen herkese hodri meydan diyorum. Susurluk’la ilgili en az 100 yazı yazmış bir kişi olarak Ergenekon adlı terör örgütü ortaya çıkarıldığında, yargı da evet örgüt şudur dediğinde buna ilk değinecek, ilk hesap soracak yazarlardan biri ben olacağım.

Eğer gerçekleşirse Meclis’e Silivri mebusu olarak girmeyeceğim; gücüm yettiğince tüm haksızlığa uğramışların, tüm hukuk arayanların temsilcisi olarak gireceğim.

Yer beton, yan demir, gökyüzü tel, soğuk hücrelerde adalet aramanın çilesini yaşamış, yaşamakta olan bir kişi olarak bütün gücümü insanların daha iyi, daha özgür, daha mutlu bir hayat sürmesi için harcayacağım.

Gazeteciliği, hep halkın içinde yaptım. Kırklareli Sabahattin Ali toplantılarından Cide Sarı Yazma Rıfat Ilgaz etkinliklerine kadar Anadolu şahidim. Güzel anam, telefonda Ankara dışında olduğumu öğrenince o tatlı Toros şivesiyle seslenirdi; “bi oturduğun ısınsın be oğlum.”

Eğer gerçekleşirse siyaseti de halkın içinde yapacağım.

***

Ülkemizde, dünyada gazetecilerin, yazarların siyasete girmesi yaşamın olağan akışındandır. Cumhuriyet gazetesinin kökenlerinde de bu var. Yunus Nadi, Nadir Nadi kalemlerini koruyarak Meclis çatısı altında görev yaptılar.

Gazeteciler, yazarlar siyasete girdiğinde bazen ikisinden biri öne çıkar, bazen ikisi baş başa gider. Ecevit, gazetecilikten siyasete atıldığında tamamen siyasi kimliği baskın çıktı. Altan Öymen’de ise her iki kimlik bayrak yarışı şeklinde sürdü.

Yahya Kemal Beyatlı Urfa, Orhan Seyfi Orhon Zonguldak, Ahmet Hamdi Tanpınar Maraş CHP milletvekili olarak Meclis’e girdi. Faruk Nafız Çamlıbel üç dönem DP İstanbul milletvekiliydi. Cahit Külebi 1983’te SODEP’in kurucusuydu. Onlar da ağırlıklı olarak edebiyatçı yanlarıyla toplumun belleğindeler.

Kalem, benim ‘kale’m. Değil iki elim kanda, bütün bedenim hücrede olsa bile onu bırakmadım. Siyasetle birlikte kalemi de taşımak istiyorum.

Cumhuriyet gazetesi doğal olarak bir siyasal kimlik. Özellikle seçim dönemlerinde merkezden başlayıp en sola dek yelpazenin tüm renkleri az ya da çok sayfalarda ve köşelerde yerini alır. Arşivler yerinde duruyor; ana eksen olarak CHP’nin güçlü olması gerektiğini yazanlardanım. Öteki partileri kesinlikle küçümsemiyorum. Tam tersine, yine geçmişte yeri geldikçe yazdığım düşüncem şu:

“Türkiye’nin, CHP’nin daha solunda olan güçlü partilere ihtiyacı var. Onlar aynı zamanda CHP’yi de güçlendirir.”

Özgür günlerde kimi konferanslarda solda yer alan pek çok kişi kıyasıya CHP’yi eleştirdiğinde şu karşılığı verirdim:

“CHP’yi eleştirelim, hatta hesap soralım. Ama, iktidarda! Önce iktidara getirelim, yapamazsa hesabını soralım…”

Hâlâ bu düşüncedeyim.

Son sözüm CHP’ye, CHP’ye gönül verenlere…

Yıllardır içimde iki cumhuriyetle nefes alıp veriyorum; Türkiye Cumhuriyeti ve Cumhuriyet gazetesi. Şimdi üç cumhuriyet olsun istiyorum, CHP de olsun istiyorum…

Kabul eder misiniz?

 

MUSTAFA BALBAY (23 Mart 2011)


Kaynak: http://www.ilk-kursun.com/2011/03/nicin-siyasete-giriyorum/

 

 

AKAN SYUYUN ÖĞRETİĞİ

 

Tandoğan Mitingi’ni televizyondan izlerken gözüme bir pankart ilişmez mi:

“Onurumuz, gururumuz, hemşerimiz Mustafa Balbay. Atatürkçü Düşünce Derneği Burdur Yeşilova Şubesi.”

Doğum yerim Burdur’un Yeşilova ilçesi Güney kasabası...

Yeşilova’dan inince, Salda Gölü’nün az ötesinde, sırtı dağ, önü ova, çevresi yayla, güzel bir yerleşim yeridir Güney kasabası.

Pankart, beni ister istemez aldı çocukluğuma götürdü. T-onlarca anım geçti gözümün önünden...

Burdurlu hemşerilerim bir süre de olsa beni bugünlerden epeyce uzaklaştırdı.

Doğduğum kasaba deyince ilk pınarları aklıma gelir. Çelik gibi suyu vardı. Suyun içinden taş toplama yarışı yapardık. Yazın en sıcak günlerinde bile 5’in üstüne çıkan olmazdı. Öylesine soğuktu...

İlkokul üçüncü sınıftaydım. Babam, ovanın ortasındaki harman yerinin kıyısındaki tarlamızda bir kuyu açtırdı. İki bileğim kalınlığında su çıktı. Suyun miktarını böyle ölçmeyi, büyüklerimden öğrenmiştim.

Yaz tatilinde arkadaşlarımla oynamak yerine, kıyısı sulu tarlamıza gitmeyi yeğler olmuştum. Uzunluğu 7-8 adım, eni 3-4 adım bir havuzumuz vardı. Su sabaha kadar havuzu doldururdu. Günün ilk ışıklarıyla birlikte soluğu burada alırdım. Hafif sabah rüzgârı suyun üstünde ince dalgalar oluşturur, henüz fersiz güneş ışığı dalgaların arasında parlar sönerdi. Bir süre izler, sonra havuzun tıkacını açardım. Biber, domates, patlıcan fidelerini sulamak, sonra mısırlara geçmek gerekirdi.

Tıkacı çeker çekmez fırlayan su koşaradım arklara giderdi. Benim de en büyük keyfim suyu izlemekti. Önündeki ufak tefek tümsekleri, taşları kıvrıla kıvrıla dola çıka aşardı. Sonra biberlere doğru sapardı. O toprağın suyu emip doyması, hâlâ gözümün önündedir...

Su, çevresi yüksek toprakla beslenmiş fidelerde zorlanırdı. Önce duraklar, usul usul yükselir, toprak seviyesine çıkınca yoluna devam ederdi. Oracıkta iki kolumun oluşturduğu çember büyüklüğünde bir gölcük oluşurdu. Biberlerin, domateslerin keyfine diyecek yok. Sanki suyu içişlerini hissederdim.

Ben gölete dalmışken bir bakmışım su almış başını gidiyor. Koşar yetişir, birlikte yürümeye devam ederdim. Derken bir yükselti daha... Su yine duraklar, dolar, sonra engeli aşıp yoluna devam ederdi.

O gün, çocuk aklımla şöyle düşünürdüm:

Asıl olan suyun akması. Su akmaya devam ettiği sürece, önüne çıkan engel ne olursa olsun dolup yükselecek ve o engeli geçecek... Demek ki hayat da akan su gibi olmalı... Eğer su akmazsa, durursa, engel küçük olsa bile, hatta önünde hiç engel olmasa bile bir yere gidemez...

İnsan da öyle...

Eğer kendisini akan bir su gibi hissederse, karşılaştığı güçlükleri aşmasını bilir. Öyle değilse, bir su birikintisi gibi ise, akmak bir yana, kirlenir...

Bu çocukluk anım, yaşamımın pek çok diliminde aklıma gelmiştir. Ne zaman aşılması zor bir engelle karşılaşsam, akan suyu düşünmüşümdür...

Mayıs 1971’de ilkokul bitmek üzereyken Burdur depremini yaşadık. Okullar, evler büyük hasar gördü. Babam, “Çocuklarım okumalı” dedi, Nazilli’ye amcamların yanına göçtük. Ortaokul-lise yıllarım burada geçti.

Son günlerde Nazilli’de yaşayanların ömrü ile ilgili haberler izliyorum, okuyorum. Nazilli’de çok anım var, bir başka mektupta anlatırım. “En uzun yaşayanlar Nazilli’de” haberleri ilk şu sözü aklıma düşürdü:

Ege’nin ovalarından yağ, dağlarından bal akar.

Zeytinin ve incirin yurdu Ege’yi en iyi anlatan sözlerden biri budur. İnciri, şeftaliyi dalından yemenin tadı, keyfi anlatılmaz, yaşanır...

Menderes Ovası’nın kıyısındaki, dağların kuytusundaki Nazilli, Ege’yi en iyi anlatan yerlerden biridir...

Burdurlu hemşerilerimin pankartı, beni aldı, o anıdan bu anıya sürükledi...

Doğduğum yerin anılarını şöyle bir silkeledim; yazılabilecek 30’u aşkın öykücük çıktı.

Biri akan suydu...

Eğitimim, mesleğim gereği pek çok ilde yaşadım. Ankara’ya yerleştim. Nüfus kütüğümü Burdur’dan hiç almadım. Almayı da düşünmedim...

Toroslar’ın eteğinden doğan bir su, nereye akarsa aksın kaynağını unutur mu? 

Mustafa Balbay (1 Haziran 2009)

 

 

 

ÖĞRETMENLERİMİZ

 

 6 Yaşına girdim girmedim; mahallernizdeki benden büyüklerin hepsi okula gidince,  annemin eteğinden çekmeye başladım:    

- Ben niye okula gitmiyorum? Ben de gideceğim ...           

Annem Melek, "Tamam oğlum," dedi, "sen de git birinci sınıfları bul. Sıralardan birine otur ... "   

 

Aradan iki hafta geçti; Rıza Öğretmen eve geldi:           

- "Bu çocuğun kaydını yapalım. Bir yılına yazık olmasın. Okuma. yazmayı hemen öğrenecek. .. "

 

("Nasıl sevindim...")     

 

Ertesi günü okula gittim, en öne oturdum.     

Öğretmenimin duyduğu güveni boşa çıkarmamak için var gücümle öğrenmeye verdim kendimi. Öğrenme aşkım, böyle mi oluştu ne ...      

    

Ortaokulda tarih dersini ayrıca sevdim.

Enver Öğretmenim , fark edince kocaman bir aferin verdi.      

Zaman zaman konuları bana anlattırdı.

Nasıl ağır ve güzel sorumluluktu;      

her an "Dersi sen a anlat," diyecekmiş gibi hazırlanmak!     

 

Bir gün öğretim yılııına doğru sınıfa dönüp seslenmez mi:           

- Balbay'ın karnesine 10 vereceğim!           

-Haydiii ... Ders yılı bitmeden 10 ... Hak et bakalım bunu!     

Lisede tarih dersinin yanına Türkçe eklendi.     

Gündüz Öğrettmenimiz yazılı sınavlardan sonra bana dönüp seslenirdi:        

 "Sana hep 9 veriyorum. El yazından 1 not kırıyorum!"

  O yıllar lise birden ikiye geçerken sınıflar fen ve edebiyat kolu diye ikiye ayrılırdı. 

 Ben edebiyat kolunu seçtim.

Fen öğretmeenimiz yanına çağırdı:           

- Evladım, senin fen koluna notun tutuyor, neden geçmiiyorsun?           

Edebiyat kolunu seçmek istediğimi söyledim. Hiç kimseye danışmamıştım.  İçimden bir ses böyle söylüyordu. Günlük tutmaya da başlamıştım.      

Beni üzüntüye boğan, kahreden bir konuyu aylar sonra günlüğümden okuyunca, hafifçe güıümsemiştim. Güzel şeyydi yazmak ...

 

Üniversitede de sevdim öğretmenlerimi ...      

Devam zorunluluuğu olmadığı halde, hemen her dersi izlemeye çalıştım.     

Birinci sıınıfta kendi kendime söz verdim:           

"Balbay evladım, bu okulu birinci bitir ... Söz mü? Söz!"           

2.5 yılda okulu bitirmeye yetecek kredi notuna ulaşmıştım, ama kendime söz vermiştim. 1981, Atatürk'ün doğumunun 100. yılıydı. Okulunu birinci bitirenleri üniversite yönetimi ayrıca ödüllendirdi. Ege Üniversitesi amblernli o plaket benim için hala çok değerli... İnsanın kendisine verdiği bir sözü tutması, başarması; yappmak istedikleri için ne büyük enerji!           

 

Mesleğe başlamam da öğretmenim sayesinde oldu.     

Şadan Gökovalı Hocamız 9 Kasım 1980 günü ders biterken" Çocuklar," dedi, "yeni bir gazete çıktı, Gazete İzmir. Stajyer arıyorlar, içinizzde çalışmak isteyenler olursa yardımcı olurum."     

Ders biter bitmez, Şadan Hoca'nın yanında bittim.      

"Yarın 10 Kasım, 11 Kasım'da git, Levent Bimen'i gör," dedi.           

Ve okulla birlikte mesleğe adımımı attım ...           

Panellerde, söyleşilerde, kitap imza günlerinde en çok öğrettmenlerle karşılaşıyorum.      Ayrımsız, hep ama hep böyle ... Ülkenin gidişinden kaygılı, endişeyle soru yönelten kişilere çoğunlukla "Mesleğiniz ne?" diye sormuyorum, "Öğretmen misiniz?" diye soruyorum. "Evet," yanıtını alıyorum.

Kimi de "Ama emekliyim," diye ekliyor. Ben de takılıyorum:         

  "Öğretmenin emeklisi olmaz, hep emekçisi olur ...      "

Atatürk boşuna söylememiş: "Öğretmenler, yeni nesil sizlerin eseri olacaktır!" Öğretmenler, öğretmenlerimiz sadece 24 Kasım'larda değil, hep içimizde.

Yeni bir şeyler öğrenmek, öğretmenin gözüne girrmek, ne güzel duygudur ...

 Ben hayatta en çok öğrenci olmak isterim! Ama öğretmenlerim severse ... 

 

 

 

 

ÇAM KENDİSİNE BUDAR

 

Sevdiğim tüm ağaçların çıplaklığı giydiği kış ta ağaçlarının ayrı bir havası var. 
Yeşil iğne yapraklarının arasına dolan, öteki ağaçlardan akmış sarı yapraklar sonbaharı çağrıştırsa da çama her mevsim bahar ... 

Beni çocukluğuma en çabuk götüren, çam - 

üç ya da dördüncü sınıfın son günleriydi. .. Bütün okul pikniğe gittik. 
Yüksek çam ağaçlarıyla örülü, çayır-çimenlik bir alandı.Toplu oyunlar bitince sırtüstü yere uzandım. Dalları birbirine dolanmış çam ağaçlarının rüzgarla birlikte çıkardıklan ses hala kulaklarımda. Bir de o iğne yaprakların arasından çizgi çizgi görünen gökyüzü ... 

Ne zaman bir çam ağacı görsem, hemen altına uzanasım gelir.. 

Uzunca bir süredir ağaçlarla dostluğu daha da ciddiye alıp onlardan öğrendiklerimi, onlar hakkında öğrendiklerimi ayrıca not ediyorum. 
Her ağacın ayrı günlüğü var. 
Sayıları onu geçti .Seyrek de olsa arada bir onlara bakmak beni çalışma odamdan alıp o daldan bu dala götürüp getiriyor. 
Ayrılma zamanı geldiğinde kendime söylenmeden edemiyorum: 

Nereye gidiyorsun budala, Biraz daha kon bu dala ... 

Geçen mayısta günlüğe uzun uzun gördüklerimi yazmışım: 

"Son 20 gündür en az on kez çam ağaçlarıyla görüştüm. 
Her çamın ayrı yaprak üretme yöntemi var. Şaşırıp kaldım ... 
Kısa yappraklı çamların uçlarındaki tomurcuklar nisan sonunda bir bir içlerindeki yaprakları çıkarmaya başladı. 
En dıştaki kahverengi sarmal usul usul uca doğru gitti. Onu, alttaki yapraklar itiyor olmaalı... 
En uçtan yere düştü, taptaze yaprakları dalların ucuna kondurup gitti. 

Yeni açık yeşil yapraklarla eski koyu yeşil yapraklar arasında öylesine büyük fark var ki, neredeyse siyahla beyaz kadar. 
Hayır, abartmıyorum. 
Sabah aydınlığında açık yeşil yapraklar ampul gibi duruyordu. 
Dal uçlarında gücünü ölçemediğim yüzlerce ampul. 
Hey gidi doğa, açık yeşille koyu yeşilin bu kadar farklı olabiileceğini düşünemezdim ... 

İğne yaprakları 10-15 santim uzunluğundaki bir başka grup çam ise bambaşka biçimde yapraklandı ... 
İnce uzun tomurcuk uzadı uzadı, ortasına yakın bir yerden sanki özel bir fermuar yöntemi varmış gibi usul usul açıldı. Açılan bölüme usulca dokundum ... 
Bir santim kalınlığındaki demetin içinde onlarca yaprak birbirine sarılmış, gözleri açık uyuyor. Doğal fermuar tümüyle açılınca, onnlar da açılıp yayılacaklar ... " 

Haziran ayında ise kafayı kozalakların oluşumuna takmışım: 

"Yaşasın, kozalakların ilk oluştuğu anı gördüm. 
Uzun zamandır gözlediğim çam ağaçlarında birdenbire çıkmış buluyordum onları. 
Bu kez gözüme kestirdiğim alt dallardan birine birkaç günde bir uğradım. 
Haziran başında incecik bir düğüm. Kırmızımsı da yeşilimsi gibi ... 
Haftada birkaç gün uğradım. Arada çaktırmadan dokundum. Neredeyse dalın öteki uçlarındaki eski kozaalaklar kadar sert. 
Daha doğuşta işi sağlama alıyor olmalılar. 
Birazzcık daha büyüyüp üzerindeki çizikler ortaya çıkınca, bir kez daha dokundum. 
Uçlarındaki milimetrelik çıkıntılar bile neredeyse en sert darbeye dayanacak sağlamlıkta. Seslendim: 

Bu nasıl oluyor, anlat kozalak, senden biraz koz alak ... 
Bunlar için ne demeli? 

Belki de önce büyüyorlar, sonra doğuyorlar... 
Ya da bütün organları oluşmuş biçimde yetişkin bebek olarak doğaya gözlerini açıyorlar... 
Yaşama, bakıma muhtaç başlayan insanoğluna göre ne büyük avantaj! " 

Günlük bitecek gibi değil, burada keselim ... 

Anadolu gezilerinde de pek çok çam ağacıyla tanıştım. 
Fazla sohbet edemesek de tanıdım onları. 

Bir Anadolu köylüsüyle çam ağacıyla ilgili uzun uzun sohbet ettik. 
O kadar güzel bilgiler aktardı ki, biri beni ayrıca etkiledi, uzun süre düşündürdü ... 

Çam ağacı kendi kendisini budarmış. Sürekli yukarı doğru yükselirken alt dallarından bazılarını feda eder, kuruturmuş. 

Köylü ekledi: 

"Çam ağacının kendisinin kurutmadığı dalını kestin mi, ağaç küser, büyümez ... " 

İlahi çam ağacı, yaprakların kadar ders yüklüsün .. 
İnsan da büyüdükçe kendini budayabilse! 

 

MUSTAFA BALBAY

 

 

 

 

 

MEŞRUİYET

 

Amin Maalouf, "Çivisi Çıkmış Dünya" kitabına şu tümce ile başlıyor:

 

"Pusulasız bir halde girdik yeni yüzyıla." Kitabın adı her şeyi anlatmaya yetiyor.

Maalouf'u okurken 20. yüzyılın sonundaki, 21. yüzzyıl öngörülerini içeren kitapları düşündüm. Önde gelenlerinden biri Fukuyama'nın "Tarihin Sonu" idi. Fukuyama'ya göre tek kutuplu dünya ile birlikte tarihin de son aşamasına geliniyor, ideolojiler bitiyor, yeryüzü küresel bir köye dönüyordu ...

Öyle olmadı ...

Bunu gören Fukuyama, düşüncelerine yama yapmaya çalıştı, ama olmayınca özür diledi. Bütün kavramların neredeyse yeniden tarit edildiği, yeniden oluşturulduğu 21. yüzyılda dünya bir on yıl daha karmaşa içinde seyredecek ... Çıkan çivi nasıl çakılır? ABD dahil, bu soruya net yanıt verebilen yok.

 ***

 Maalouf, en azından ülkeler anlamında çıkmış çivinin yerine oturması için en çok şu kavrama önem veriyor:

 Meşruiyet!

 

Şöyle diyor:

"Meşruiyetin olmayışı, her insan toplumu için bütün davranışların çığırından çıkmasına neden olan bir yerçekimsizlik halidir. "

 

Maalouf, meşruiyeti bütün yönleriyle ele alırken bunun mutlaka toplumun olabildiğince bütününü kucaklaması gerektiğine vurgu yapıyor, dışarıdan korunduğu düşünülen bir yapının meşru olarak kalamayacağını söylüyor. . 

 

Bu anlamda meşruiyeti başarmış lider örneği olarak da çekincesiz Atatürk'e göndermede bulunuyor.

 

 

Diyor ki, "Atatürk'ün elde ettiği meşruiyet onun ölümünden sonra da devam etmiştir ve bugün de Türkiye onun adına yönetilmektedir. Onun düşüncelerini paylaşmayanlar bile ona belli bir bağıllık sergilemek zorunda hissederler kendilerini. "

 

 

Meşruiyet nasıl tarif edilebilir?

 

 

Maalouf'a göre meşruiyet, ortak değerlerin taşıyıcısı olarak bir kurumun yetkesini, aşırı zorlama olmadan toplumun kabul etmesi.

 

 

Yazar, uzun süre meşruiyetini sürdüremeyen liderlerden söz ederken şöyle başlıyor:

 

"Atatürk'ün tersi örnek!"

 

 

Güney Afrika'da ırk ayrımına son veren Nelson Mandela'yı bir başka yere koyuyor. Mandela, 27 yıl hapis yatmasına neden olanlardan eski Başşbakan Verwoard ölünce, eşini ziyare ediyor.

 

Bunun nedenini de şöyle açıklıyor:

 

 

"Bundan böyle halkm içinde' e militanca vaatlerde bulunmayı ya da intikam peşinde koşmayı kendini hak görmezsin.''

 

 

2010 Dünya Futbol Şampiyonası’na  ev sahipliği yapacağı için yeniden dünya gündemine oturan Güney Afrika'yı gezi notlarıyla karışık ayrıca konu etmek istiyorum.

 

Maalouf'un ele aldığı başka konu,göçmenler.

 

Kendisinin de Lübnan'dan göçmüş bir kişi olduğunu anımsatıyor ve bir kişi dünyanın neresine göçerse göçsün anayurdunu içinde taşır, diyor. Bu vurguyu yaptıktan sonra bir noktanın daha altını çiziyor:

 

Kimi ülkelerde de insanlar kendi yurdunda göçmen gibidir!

 

Yazarın öteki kitaplarında da kafa yorduğu kimlikler, kökler konusu gerçekten 21. yüzyılın en karrmaşık sorunlarından biri. ..

 

Kökler deyince benim aklıma ilk doğadaki anlamı gelir. Ilkokuldayken doğduğum yerin Burdur Yeşilova ilçesi Güney kasabasının yaslandığı teepenin çıplak eteklerine okulca çam ağacı dikmiştik. Ortaokul ve lisede de Nazilli'de çokça meyve ağacı diktim. .

 

Ağacı dikerken köklerini fazla sallayıp hırpalamamak gerekir. Hele kök saçaklarını hiç birbirinden ayırmamak, olabildiğince toplu tutmak gerekir. Köklerin o püsküllerini keserseniz ağacın tüümüne zarar verirsiniz! ..

 

Diyeceğim o ki, kökler bir aradaysa ağaç yeşerir, büyür, meyve verir. Ana gövdeden koparsa kökün ne ağaca hayrı olur ne kendisine.

 

Noktayı Amin Maalouf'un kitabından altını çizzdiğim bir sözle, yeni öğretim yılını selamlayarak koyalım:

 

Dünya öğrenen çocuklann soluğuyla ayakta kalır ancak!

 

MUSTAFA BALBAY

 

Kaynak: CUMHURİYET 04/10/2009

 

Atatürk Köşesi ☪

Dernek:

Kameramizdan..

Tavsiyeler


Hayat PAYLAŞınca Güzel

Sitemize beğendinizmi?