ATATÜRK VE DİN

 

 

T.C.

BAŞBAKANLIK 
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI

Sayı :
Konu:

Atatürk'ün Balıkesir Hutbesi Kuva-i Milliye ve Milli Mücadele Üzerine Düşünceler

06.02.2001

ATATÜRK'ÜN BALIKESİR HUTBESİ,

KUVA-İ MİLLİYE VE MİLLİ MÜCADELE ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

(06 Şubat 2001-BALIKESİR)

 

 

 

SAYINVALİM,

SAYINBELEDİYEBAŞKANIM,

SAYINREKTÖRÜM,

DEĞERLİ KONUKLAR,

TELEVİZYONLARIMIZIN VE BASINIMIZIN DEĞERLİ MENSUPLARI,

 

 

Sözlerime başlarken sizleri en derin sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. Bugün Balıkesir'de bayram havası içinde müstesna bir gün yaşanmaktadır. Bugün Atatürk'ün Balıkesir'e teşriflerinin ve Zağnos Paşa Camii’nde yaptığı tarihi hitabının 78.yıldönümü yıldönümü. Bu anlamlı günde sizlere hitap etme fırsatını bana bahşettikleri için Sayın Valime şükranlarımı sunuyorum. Mustafa Kemal ATATÜRK; hakkında yerli ve yabancı bilim adamları, tarihçiler ve fikir adamları tarafından en çok eser yazılan bir devlet büyüğümüzdür. Ancak şunu üzülerek ifade edeyim ki, her nedense Atatürk gereği gibi halk kitlelerine anlatılmamış veya anlatılamamıştır. Ben bu toplantıda,huzurlarınızda Atatürk’ün kişiliği, dine, dînî müesseselere, Hz. Peygambere, hilafet kurumuna ve laiklik meselesine vb. konulara bakışını, kendi sözlerine dayanarak ve mümkün olduğu kadar yorumdan kaçınarak dile getirmeye çalışacağım. Aktaracağım notlar büyük ölçüde Atatürk'ün Nutuk adlı eserinden alıntılardır. Nutuk bilindiği üzere ilk defa eski harflerle basılmış ve ücretsiz olarak halkımıza dağıtılmış bir kitaptır.

 

 

ATATÜRK’ÜN KİŞİLİĞİ

 

Atatürk çok yönlü bir insandır. Bu konferansta onun bütün yönlerini ele almaya imkan yoktur. Onun tarihi yönünü tarihçilere bırakmak gerekir. Zira onlar bu yönü bizden daha iyi değerlendirebilirler. Nitekim şu ana kadar Atatürk’ün tarihi misyonu, ilkeleri ve devrimleri hakkında tarihçiler tarafından ciltlerce eser yazılmıştır. Şu kadarını ifade edelim ki; Atatürk Osmanlının son döneminde yetişmiş büyük bir münevver ve devlet adamıdır.Osmanlının son dönemi, tarihçilerimizin ittifakla tespit ettikleri gibi,maarifin (eğitimin) ve okullaşmanın oldukça yoğun olduğu bir dönemdir. O dönemin aydınları kendilerini çok iyi yetiştirmişlerdir. Bıraktıkları fikri değeri yüksek eserlerden bu sonuca rahatlıkla ulaşmak mümkündür. Atatürk böyle bir dönemde yetişmiş bir insandır. Öyle anlaşılıyor ki, kendisini iyi yetiştirmiş, doğu ve batı muhakemesini yapacak derecede derin kültür ve tarih bilgisine sahip, müstesna bir şahsiyettir. Daha o günlerde, toplum ve devletin geleceğini görmüş, toplumun ve imparatorluğun kurtuluşu için meşrutiyetin ilanını bile yeterli görmemiş, devletin kurtarılması için daha köklü tedbirlerin alınması yolunda fikirler beyan etmiştir.

 

 

 

*Bu metin, Atatürk'ün Balıkesir'e teşriflerinin 78.yıldönümü vesilesiyle Balıkesir Valiliğince 06-07 şubat 2001 tarihleri arasında düzenlenen etkinlikler içinde "Atatürk'ün Balıkesir Hutbesi, Kuva-i Milliye ve Milli Mücadele Üzerine Düşünceler" konulu konferans olarak sunulmuştur.

 

HZ. PEYGAMBERE BAĞLILIĞI

 

 

 

Atatürk aynı ismi taşıdığı Hz.Muhammed Aleyhisselam’a son derece bağlı ve saygılı bir insandır. Bu saygı ve bağlılığı ifade etmesi açısından şu olayı nakletmemiz yerinde olacaktır: Bir vesile ile Batılı bir oryantalistin Hz.Peygamber hakkında yazdığı bir kitap kendisine sunulur.Oryantalist kitabında Yüce Peygamberimizden; “cezbeyetutulmuş sönük bir derviş” diye söz eder. Bunu okuyunca Atatürk şu yorumu yapar: “Bu gibi cahil adamlâr onun yüksek şahsiyetini ve başardığı büyük işleri kavrayamazlar. O, Allah'ın birinci ve en büyük kuludur. O'nun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın silinir, fakat sonsuza kadar O anılacaktır, yaşayacaktır.”

HİLAFET KONUSU VE HİLAFETİN İLGASINA DÂİR GÖRÜŞÜ

Hilafet hlf kökünden türetilmiş mastar bir kelimedir. “Bir başkasının yerine geçen” anlamına gelen halef kelimesi de köken itibariyle aynı kelimeden gelmektedir. Hilafet kelimesi, Devlet Başkanlığı, halife ise Devlet Başkanı demektir. Dilimizde de halef-selef terimleri kullanılmaktadır. Kur'an-ıKerim'de emir sahipleri anlamına gelen“ulül-emr” terimi geçmektedir.

Halife veya hilafet konusuyla ilgili klasik İslam kaynaklarında, özellikle akait kitaplarında bir takım görüşler zikredilmektedir. Bu görüşlere burada tafsilatıyla girmek istemiyorum. Burada sadece şu hususun hatırlatılmasında fayda mülahaza ediyorum: Hilafet konusu dînî olmaktan ziyade dünyevi, dolayısıyla siyasî bir meseledir. Son devir Osmanlı münevverlerinden Seyyid Bey’in ifadesiyle, bu kesinlikle itikadi meselelerden değil, millete ait haklar ve kamu menfaatlerindendir. Bu itibarla ayet ve hadislerde bu mesele hakkında detaylı bilgi bulunmamaktadır. İslam alimleri bazı kelam kitaplarında “İmamet” başlığı altında hilafet meselesine yer verirken, bundan maksatları, insanların asayiş içerisinde yaşamalarını sağlamak, birlik ve beraberliği ve adaleti temin etmek için devlet başkanına olan lüzumu vurgulamaktır. Bir başka neden de, bu mesele etrafında yerleşmiş hurafeleri red ve iptal etmektir. Yoksa hilafet meselesini bir itikat meselesi olarak açıklamak değildi. İfade ettiğim gibi, hilafet millet işidir ve zamanın gerektirdiklerine tabidir. Hz. Peygamber vefat ettiklerinde ashaba bu meseleyi açıklamamıştır. Kur’an’da da hilafet şekli hakkında hiçbir Ayet-i Kerime yoktur. Kur’an-ı Kerim hükümet ve memleketin idaresi konusunda bize iki düstur göstermiştir. Biri “meşveret”, diğeri de “ulu’l-emre itaat”tır.

Bildiğiniz gibi hilafetin ilgası Mecliste hararetli tartışmalara neden olmuştur. Kimi, hilafetin dini yönden kalmasını arzu ederken, kimi de siyasi yönden bir takım faydalar taşıyacağı düşüncesiyle ilga edilmemesini görüşündeydi. Kimileride ilgasını talep ediyordu. Böyle bir ortamda İzmir Milletvekili ve Adliye Vekili Seyyid Bey Mecliste “Hilafetin Mahiyet-i Şeriyyesi” konulu uzunca bir konuşma yapar. O günlerde meclisin çoğunluğu, ülkenin önde gelen alimlerinden teşekkül etmekteydi. Sarık ve cüppeleriyle bu alimler, mebus Seyit Bey’in konuşmasını dikkatle dinlerler. Konuşma sık sık alkışlarla kesilir. Bu konuşmada Seyyid Bey, milli hakimiyet ilkesinden hareketle, hilafetin kaldırılmasının İslam dini açısından bir mahsur taşımayacağını savunmuştur. Denilebilir ki, bu konuşma meclisteki muhalefeti de büyük ölçüde ikna etmiştir. Netice itibarıyla meclis hilafeti ilga eder.

 

Konuyla ilgili Atatürk şöyle demiştir: "Bir vesile ile diğer bir noktayı arz edeyim. Büyük Millet Meclisi hilafeti ilga ettiği zaman Antalya Mebusu ulemadan Rasih Efendi Hilal-i Ahmer namına Hindistan'da bulunan bir heyetin riyasetindeydi. Rasih Efendi Hindistan'a gitmiş. Mısır'a uğrayarak Ankara'ya avdet etti. Benden mülakat talep ederek şu beyanatta bulundu. Seyahat ettiği memleketlerde, ehl-i İslam benim halife olmamı istiyormuş. Sâhib-i Selâhiyyet İslam heyetleri, Rasih Efendi’yi bu hususu bana tebliğ etmek için tevkil etmiş. Rasih Efendi’ye verdiğim cevapta: Müslümanların bana olan teveccüh ve muhabbetlerine teşekkür ettikten sonra dedim ki; Zât-ı Âliniz Ulemay-ıdindensiniz.Halifenin, Reis-i Devlet demek olduğunu bilirsiniz, başlarında kralları, imparatorları bulunan tebaanın bana ulaştırdığınız arzu ve tekliflerini ben nasıl kabul edebilirim? Kabul ettim desem, buna o tebaanın matlubları razı olur mu? Halifenin emir ve nehyi îfa olunur. Beni halife yapmak isteyenler emirlerimi infaza muktedir midirler? Binanaleyh anlamı ve fonksiyonu olmayan asılsız bir sıfatı takınmak gülünç olmaz mı?”

 

İzin verirseniz bunu biraz da Türkçeleştirerek dikkatlerinize sunmak istiyorum: Müslümanlar Atatürk'ün halife olmasını istemişler. Bu taleplerini Atatürk'e ulaştırmak üzere Rasih Efendi’yi vekil tayin etmişler. Atatürk diyor ki; siz de din alimlerisiniz, halife demek devlet başkanı demektir. Yani halife sözü herhangi bir kudsiyet ifade etmez. Biliyorsunuz halife Arapça bir kelimedir. “Birinin yerine geçen” anlamına gelir. Hz. Peygamberimiz vefat edince dünya işlerini yürütmek üzere seçimle Hz. Ebubekir işbaşına getirildi. Böylelikle Hz.Ebubekir Hz.Peygamber’in yerine geçmiş oldu. Bu yerine geçme (hilafet), Peygamberlik açısından değil, Hz. Peygamberin siyasi otoritesini devralma bakımındandır. Elbette Hz. Peygamberin risalet görevi açısından onun yerine geçmek diye bir şey söz konusu olamaz. Sadece dünya işlerini tedvir görevini yüklendiği için Hz. Ebubekir’e halife unvanı (halifetü Resulillah) verilmiştir. Hz. Ebubekir'den sonra Hz.Ömer onun yerine geçmiştir. Hz. Ömer’e, Peygamberin halifesinin halifesi (halifetü halifetü Resulillah) adı verilmiştir. Atatürk diyor ki; Müslümanlar benim halife olmamı istemişlerdir, ama onların başlarında hükümdarlar, krallar, imparatorlar var.Bu nüfuzlu kişiler benim emirlerimi dinleyecek, yasaklarıma uyacaklar mı? Hayır uymayacaklar. Öyle ise böyle içi boş bir sıfatı neden kabul edeyim. Nitekim Sultan Selim’in, hilafet unvanını Memluklular’dan devraldıktan sonra,O'nun halifeliğini de diğer İslam ülkeleri meşru saymamışlardır. Bu da şâyân-ı dikkat bir noktadır.

 

Devleti, ya bir sultan, ya bir kral ya da bir hükümdar veya imtiyazlı bir zümre idare eder. Demokrasilerde ise devleti, halk idare eder. Bunların hangisi dine daha uygundur diye sorulursa şunlar söylenebilir: Kur'an-ı Kerimde bir devlet şekli belirtilmemiştir. Buna karşılık Kur'an’da yönetimde esas alınması gereken adalet, ehliyet ve itaat gibi bazı ilkelerden bahsedilir. Yüce Allah, Kur’an’da adaletle hükmetmemizi emrediyor ve “işleri ehline veriniz”; “Sizden olan Ulu’l-emre (emir sahiplerine) devlet ricaline itaat ediniz”” diyor. Hz.Peygamber de: “Bir saat adaletle iş yapmak, 60 yıl nafile ibadet yapmaktan daha hayırlıdır” buyuruyor. Demek ki dinimizde meşveret prensibi, yani işleri ehline danışarak yürütmek, idare etmek esas alınmaktadır. Hz.Peygamberimiz dünyanın en akıllı insanıdır. Hem vahye mazhardır, hem de akıllı bir insandır. Yüce Yaratıcı O’na diyor ki; “Tek başına bir işi yapma. Arkadaşlarınla müşavere et, danış, ondan sonra işi yap veya yapmamaya karar ver”. Peygamberimiz vahyin dışındaki olan her işte arkadaşlarıyla istişarede bulunurdu. Düşman Medine sınırlarına kadar geldiği halde O, arkadaşlarıyla savaş yapalım mı, yapmayalım mı diye istişarede bulunmuştur. Çoğunluk,yapalım diyor ve buna karar veriyorlar. Zırhını giyiyor. Hayvanının sırtına biniyor. Bu kez sahabeler savaştan vazgeçelim diyorlar. Bunun üzerine Hz.Peygamber;“Hayır! Bir Peygamber istişarede bulunur, zırhını giyer, kılıcını kuşanır, bir işe karar verirse artık onu azminden, kararından kimse vazgeçiremez” diyor. Biliyorsunuz Bedir Savaşı şanlı bir zaferle sona ermiştir. Lider olmak kolay bir şey değildir ve lider olmak işte budur. Liderlik, azim, sabır, sebat, istişare ister. Atatürk'te bunlardan söz ediyor. Şimdi hangi yönetim biçiminin İslam’a daha yakın olduğu soruluyor. Müstebit bir idare tarzı mı? Halkı hiçe sayan bir idare tarzı mı? Yoksa halkı egemen kılan bir idare mi? Elbette halkın iradesini esas alan ve halka danışan bir idare tarzı İslam’a daha uygun bir yönetim sistemidir.

 

LAİKLİKLE İLGİLİ DEĞERLENDİRMESİ

Laiklikle ilgili olarak Atatürk Nutuk’ta o şu olayı anlatır: “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na geçmeden çok evvel İzmit'te İstanbul ve İzmit Erbab-ı Matbuatile uzun bir mülakat ve hasbıhali esnasında muhataplarımdan bir zatın şu sualine maruz kaldım. Hükümetin dini olacak mı? İtiraf edeyim ki; bu suale muhatap olmayı hiç de arzu etmiyordum. Sebebi pek kısa olması lazım gelen cevabın o günkü şeraite (şartlara) göre ağzımdan çıkmasını henüz istemiyordum. Türkiye Cumhuriyetinin mensupları, fertleri, bireyleri sadece müslümanlardan ibaret değildir. Muhtelif dinlere mensup olan insanlar da bu topraklarda yaşamaktadırlar ve bu insanlara eşit bir şekilde adaleti uygulamakla mükellef bulunuyoruz. “Türk Devletinin resmi dili Türkçe’dir” dediğimiz zaman bunu herkes anlar. Yani muamelat-ı resmiyede Türk dilinin yürürlükte olmasının lüzumunu herkes tabii bulur. Fakat “Türkiye Devletinin dini İslam’dır” cümlesi aynı surette mi tefekkür ve kabul edilecektir. Türkiye Cumhuriyetinin resmi dili Türkçe’dir denildiği zaman herkes şunu anlar:Resmi işlemlerdeTürk dili kullanılacaktır. Türkçe konuşulacaktır. Başka resmi dil yoktur. Türk Devletinin resmi din İslam’dır, dediğiniz zaman, azınlıklar ne olacaktır. Hıristiyanların, Musevilerin varlığı ne olacaktır? Şu halde Cumhuriyetin ilanından sonra yeni Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yapılırken “laik hükümet” tabirinden dinsizlik manası çıkarmaya mütemayil ve vesileci olanlara fırsatvermemekmaksadıylakanunun2.maddesine bu tabirin ithaline müsaade olunmuştur.”

Laiklik, devletin bir özelliğidir. Devlet vatandaşlarına karşı eşit mesafede bulunmalıdır. Devlet, fertleri, dinli-dinsiz diye ayrı bir şekilde sınıflandıramaz. Fertler inanır veya inanmazlar. İnanırlarsa dindar olurlar, inanmazlarsa ateist olurlar. Ancak Devlet herkese eşit mesafede olmalıdır. Tarih boyunca görüyoruz ki; müslümanların kurdukları devletlerin hiç birisinin adı “İslam Devleti” değildir. Örneğin Emevi Devleti, Abbasi Devleti, Selçuklu Devleti, Fatimi Devleti, Osmanlı Devleti’nden bahsediyoruz. Bunların hiçbiri için İslam Devleti tabiri hiç kullanılmamıştır.

Elbette İslam dini hürriyet-i efkara mani değildir. İslam dininde geniş manada fikir ve vicdan özgürlüğü vardır. Nitekim Kur'an-ı Kerim’de: “isteyen inanır, isteyen inanmaz. Biz size delillerimizi, ayetlerimizi açıkladık“ buyrulmaktadır. Hz.Peygamberimiz’ehitaben; “Sen onların üzerinde baskı uygulamak için gönderilmedin”, yani sen baskıcı, zorbacı değilsin, denilmektedir. Peygamberimizin dönemine bakıldığında, değişik din mensupları bir arada yaşamışlar ve aralarında hiçbir problem olmamıştır. Diğer dinlere mensup insanlara ne maddi ne de manevi açıdan bir baskı uygulanmamıştır. Çünkü ilahi irade, bütün dinlerin yaşamasından yanadır. Kur’an öğretileri, biz müslümanlara bütün dünyanın hidayete ermesini arzu etmeyi ve bunun için de gayret sarfetmeyi telkin etmektedir. Kur’an’ın ortaya koyduğu ideal budur. Gerçek şudur ki; bu düzeni kuran ilahi irade bütün dinlerin yaşamasını istemektedir. Kur'an-ı Kerim’de kiliseler, havralar, mescitlerden söz edilmektedir. Fikirlerini müzakere ettiğimiz Atatürk de; “İslam dini hürriyet-i efkâra mani değildir” demiştir. Birtakım insanların laikliği, dinsizlik şeklinde telakki etmeleri doğru değildir. Bunlara asla iltifat edilmemelidir.

 

TEKKE VE ZÂVİYELERİN KAPATILMASINA DAİR GÖRÜŞÜ

Atatürk tekke ve zaviyelerle ilgili de şunları söylemektedir: “Efendiler Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin seddive ale’l-umum tarikatlarla şeyhlik, dervişlik, müritlik, çelebilik, falcılık, büyücülük ve türbedarlık ve ahilik bir takım ünvanların men ve ilgası da Takrir-i Sükun Kanunu devrinde yapılmıştır. Bu husustaki icraat ve tatbikat heyeti içtimaiyyemizin hurafe perest iptidai bir tavır olmadığını göstermek nokta-i nazarından ne kadar elzemdir. Bu takdir olunur.”

Türbeler neden kapatıldı? Atatürk işte bunu açıkça ifade ediyor. Hurafe perestliği önlemek için türbelerin kapatıldığını ifade ediyor. Biz ecdadımızın varlığıyla övünürüz, onlarla iftihar ederiz. Onların mezarlarını ziyaret ederiz. Nitekim dinimiz mezarziyaretlerini de yasaklamamıştır. Ancak görülüyor ki, günümüzde olduğu gibi Atatürk'ün yaşadığı devirde de, mezarlar ve türbeler insanlar tarafından bir tapınak haline gelmiştir. Atatürk bunu yasaklamıştır. Tabir-i caiz ise, Atatürk, İslâm Dininin yasakladığını men etmiştir. Bizim dinimizde yaratan, yaşatan, veren, alan tek varlık vardır. O da Yüce Allah'tır. Ancak O'na ibadet edilir ve ancak O'ndan yardım beklenir. Türbeler, mezarlıklar ibret almak ve ders çıkarmak için ziyaret edilir,ama oralardan medet umulmaz, yardım beklenilmez. Bu şekilde hareket etmek dinimizde tehlikeli sayılmıştır. Eğer bilerek yapılıyorsa bu şirk sayılır, Allah'a ortak koşmak sayılır. Bilmeyerek yapılıyorsa günah sayılır.

Sonuç olarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Atatürk’ün türbeler konusunda yaptığı, bir yasaklama eyleminden ziyade bir ıslahattır. Maalesef bugün yine birtakım insanlar şu veya bu babanın türbesine gidiyorlar, toprağı alıyor, yüzlerine sürülüyorlar. Cüzdanlar atılıyor ve çocuk sahibi olmak için eller açılıyor. Bu tür fiiller İslâm dininin tevhit inancıyla bağdaşmamaktadır. Bunlardan sakınılması lazım. Diyanet İşleri Başkanlığı olarak bizim türbeleri kapatma yetkimiz yoktur. Bizim görevimiz aydınlatmadır. Biz de bu amaçla, “Türbelerden yardım istenilmez”, “Türbelere yüz sürülmez” , “ Türbelere el sürülmez” şeklinde çeşitli uyarı yazıları yazdırarak levhalar halinde türbe önlerine astırdık. Üzülerek ifade edeyim ki, bu levhalar birçok türbedar tarafından kaldırılıp atılmıştır. Bazı yerlerde de taşlanmıştır. Atatürk bunları o gün görmüş ve türbelerin seddiyle ilgili kanunu çıkarmıştır.

 

Tekkelere gelince; bildiğiniz gibi, bunlar tarikatlara ait merkezlerdir. Şunu tespit etmemiz lazım: Bizim tarihimizde tarikatlar vardır. Hatta Osmanlı Devleti Şeyh Edebali gibi tarikat şeyhlerinin duasıyla kurulmuştur. Geçmişte tarikatlar faaliyetleri itibarıyla birer kültür ve eğitim ocaklarıydı. Yeni tabirle fikir kulüpleri gibi çalışıyorlardı. Çok değerli şahsiyetler bu ocaklarda yetişmişlerdir. Dede Efendiler, Nâbiler, Şeyh Gâlipler tekkelerin yetiştirdiği kıymetli şahsiyetlerdendir. Ne yazık ki, tarikatlar zamanla asli fonksiyonunu kaybetti. Ticaret için, siyaset için vasıta olarak kullanıldı. O eğitim kurumları, birer cehalet yuvası haline geldi. Cumhuriyete gelinceye kadar tekkelerin hali çok perişandı. Bu bağlamda bir mutasavvıfın şu feryadı dikkatimizi çekiyor: “Tarikat ve tasavvuf hal işiydi, kâl haline geldi. Yani bir yaşam biçimiydi. Söz haline geldi. Şöhret aracı yapıldı, halktan bir şey beklenmemekteydi. İnsanları soymak ellerindekilerini, avuçlarındakini almak için bir hile tuzağı haline getirildi” . İşte Atatürk, bozulan bu tarikatları kapatmıştır.

 

MİLLET İRADESİ İLE İLGİLİ FARKLI KANAATLERİN ELEŞTİRİSİ

Atatürk sözlerinde sık sık “Hakimiyet-i Milliye” tabirini kullanıyor. İcraatlarında da milli iradeyi esas alıyor. Dün olduğu gibi günümüzde de bunu eleştirenler bulunmaktadır. Bazıları Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin duvarında yazılı “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ifadesini küfür telakki etmektedir. Bunun gerekçesi olarak da hakimiyetin kayıtsız şartsız Allah'ın olduğu prensibi ileri sürülmektedir. Bu düşüncenin temelinde de cehalet yattığını ifade etmek istiyorum. “Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” sözü metafizik anlamında kullanılmamıştır. Elbette metafizik anlamda Allah'tan başka mutlak hakim yoktur. Kur'an-ı Kerim’de; "Ey Mülkün Sahibi! istediğine mülkü verirsin, istediğinden mülkü alırsın. İstediğini aziz edersin, istediğini zelil edersin. Rızıklandıran O. Yerin, göğün hükümranlığı ona aittir. O'nun karşısında beşer acizdir.” buyurulmaktadır. Mutlak hakim, Allah'tır. Ancak idare etmek, yönetmek, dünya işlerini tedvir etmek, milletin yapacağı bir iştir. Yüce Yaratıcı insana akıl ve düşünce vermiş, onu bir çok kabiliyetlerle donatmıştır. İnsan ne yaparsa yine O'nun verdiği akıl ve istitaatla yapmaktadır. Türkiye'de bu konuda bir kavram kargaşası yaşanmaktadır. Bu kavramları iyi bilmeden verilen hükümler isabetsizdir ve bir takım kargaşalara, kaosa sebep olmaktadır.

DİNİN SİYASETE ALET EDİLMESİ İLE İLGİLİ GÖRÜŞÜ

Atatürk dinin yüceliğinden, ulviyetinden ve kutsiyetinden söz ederken; “dinsiyasete alet edilmesin,din şahsi çıkarlar için kullanılmasın” demekte ve şu olayı bir örnek olarak zikretmektedir: “Hz.Ali ile Muaviye Sıffın Savaşında kıyasıya birbiriyle mücadele ederken Muaviye tarafı yenilmek üzereydi. Orada bir hile düşündüler.Mızrakların başına Kur'an-ı Kerim’i astılar. Hz.Ali bunlara; aldanmayınız, bunlar Allah'ın yüce kelamını mağlubiyetlerini önlemek için alet olarak kullanıyorlar, dediyse de Kur’an’a karşı savaş yapılmaz. Kılıç çekilmez dediler ve neticede o savaşta Hz. Ali mağlup oldu.” Bu örneği zikreden Atatürk’ün yorumu ilginçtir: “İlk defa İslam tarihinde Kur'an-ı Kerim, süfli bir menfaat uğruna kullanılmıştır.”

Atatürk, Yüce İslam dininin şahsi çıkarlar için kullanılmasını irtica olarak kabul etmektedir. Kim dini ve yüce din duygularını siyasi çıkar için veya başka dünya menfaati için, makam için ve şöhret için kullanıyorsa, o kimse mürtecidir, diyor. İrticayı da böyle tarif ediyor. Bu sözler İslam dininin temel kaynağı ve Atatürk’ün de miyar kabul ettiği Kur'an’daki prensipler doğrultusunda değerlendirildiğinde bunların ne kadar isabetli olduğu rahatlıkla anlaşılır. Zira Kur'an-ı Kerim’de; “benim ayetlerimi az bir değer karşısında satmayınız” denilmektedir. D in Allah içindir. Din yaşanır ve bir hayat tarzıdır. Bu yüce dini ve yüce dini duyguları herhangi bir menfaat karşısında değiştirmek, bunu alet etmek, İslam dinine yapılan en büyük kötülüktür ve dinimiz bunu şiddetle men etmiştir.

ATATÜRK’ÜN DİNE OLAN HİZMETLERİNDEN BAZI ÖRNEKLER

Atatürk İslam dininin herkes tarafından çok iyi öğrenilmesi taraftarıdır. Geri kalışımızın en büyük nedenleri arasında dine yabancı kalışımız gelmektedir. İşte Atatürk sürekli bundan bahsetmektedir. Diyorki; “Kur'an-ı Kerim dinliyorsunuz,onun peşinden gidiyorsunuz, ama ne dediğini anlamıyorsunuz. Bir insan inandığı, peşinden gittiği bir şeyi anlamaz mı?” Atatürk, şikayet ettiği bu konuda somut bir adım atmak ister ve Kur'an-ıKerim’in Türkçe'ye çevrilmesini emreder. Kur'an’ı Kerim’in tefsirinin o günün insanlarının anlayacağı bir dille yapılmasını ister. Bu maksatla Merhum Elmalılı Hamdi YAZlR’a tefsir; Mehmet Akif’e de meal yapma görevi verilir. Mehmet Akif’in meali yazıp yazmadığı belli değildir. Yakın arkadaşı merhum Mahir İZ’in naklettiği bir rivayete göre, Akif bir gün Ahmet NAİM’in başlattığı Sahihi Buhari Muhtasarı Tecridi Sarih adlı eseri tamamlamakla görevlendirilen Kamil MİRAS'la karşılaşır. Akif, Kamil MlRAS'a; “hadis işi nasıl gidiyor?” der. Kamil MİRAS: “İş çok, altından kalkamıyorum” şeklinde cevap verir. Buna karşılık Akif: “Sen hadisin altından kalkamıyorsun da ben Allah'ın sözünün altından nasıl kalkarım” diyerek çalışmalarını sona erdirdiğini ima eder.

Atatürk’ün din alanında yaptığı önemli hizmetlerden birisi de hutbelerle ilgilidir. Bildiğiniz gibi Cumhuriyet gelinceye kadar Osmanlı döneminde hutbeler Arapça okunurdu. Hutbe; hitap etmek ve konuşmak demektir.Cemaata bir şeylerin anlatması demektir. Atatürk'ün talimatıyla hutbeler Türkçeleştirildi. Şimdi camilerimizde dinimizi ve dünyamızı ilgilendiren bir çok konular, hatiplerimiz tarafından anlaşılır ve sade Türkçe olarak anlatılmaktadır. Sağlıkla, çevreyle, tabiatla, iktisatla ilgili konular anlatılıyor. Konular 5 dakikada halkımıza aktarılıyor. Hutbeyi fazla uzatmakta doğru değildir. Dikkatten kaçar, akılda, hatırda kalmaz. Onun için 5 dakikada, kısa zamanda bir çok bilgiler verilmektedir.

Tabiinden Abdullah isminde bir zata; “Öleceğinize bir saat kaldığını bilseniz o bir saati neyle değerlendirirsiniz?” diye sorulur. O da “okumakla değerlendiririm” diye cevap verir. Kur'an-ı Kerim’in ilk sözü “oku” diye başlar ve Yüce Yaratıcı “Kalem”e yemin eder. Yüce Allah'ın kaleme yemin etmesi okumaya, yazmaya ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Atatürk, dinin istismarını önlemek için dinin iyi anlaşılmasını -biraz öncede ifade ettiğim gibi- bizzat uygulamalarıyla ortaya koymuştur. Eğer Atatürk, din aleyhtarı birisi olsaydı Kur'an mealine, hadislerin açıklanmasına, şerh edilmesine bu kadar önem verir miydi? Bunlar için özel tahsisat ayırır mıydı?

 

DİNİ MÜESSESELERLE İLGİLİ KANAATLERİ

Atatürk’ün Zağnos Paşa Caminde yaptığı hutbe büyük önem arz etmektedir. Şüphesiz bu bir Cuma hutbesi değildir. Atatürk, Çarşamba günü, Sayın Valimin ifade ettiği gibi, Zağnos Paşa Camiinde Kuvayi Milliye şehitlerinin ruhuna ithafen bir mevlit okunduktan sonra, caminin içinde bir konuşma yapar. 7 Şubat 1923’te Zağnos Paşa Camii minberinden yaptığı bu tarihi konuşma, tarihçilerin de belirttiği gibi, Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimlerin temel felsefesini ortaya koymuştur. Atatürk bu hutbede Yüce İslam dininin,insanları maddi ve manevi mutluluklarını hedef alan en son ve en mütekamil bir din olduğunu,akla ve mantığa ters düşen prensipler ihtiva etmediğini en açık ifadelerle dile getirmiştir. Bunlar son derece yerinde tespitlerdir. O şöyle diyor: “İnsanlara manevi mutluluk vermiş olan dinimiz son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla mantığa gerçeklere tamamen uymakta ve uygun gelmektedir. Eğer akla, mantığa, gerçeklere uymamış olsa idi, bununla diğer ilahi tabiat kanunları arasında birbirine zıtlık olması gerekirdi. Çünkü bütün tabiat kanunlarını yapan Cenabı Hak'tır” Atatürk burada şunu demek istiyor: Kur'an Allah'ın sözüdür. Tabiat da Allah'ın yarattığı bir şeydir. Onun fiilinin eseridir. Allah'ın sözü ile fiili arasında çelişki olmaz. Yani tabiatla Kur'an arasında bir çelişki yoktur. Bu oldukça önemli bir tespittir.

Camilerle ilgili olarak devamen şöyle diyor: “Camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler söylenenleri dinleme ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılması gerektiğini düşünmek yani birbirimizin görüş ve düşüncelerini almak için yapılmıştır.”

Camiler Peygamberimizin zamanında Atatürk'ün ifade ettiği gibi sadece ibadet mekanı olmaktan ibaret değildi. Din ve dünya işlerinin konuşulduğu, savaşa veya barışa karar verildiği, gelen yabancı heyetlerin kabul edildiği, aynı zamanda ibadet vakti geldiğinde namaz kılındığı mahallerdi. Yani o zaman tek bir kurum vardı, O’da cami idi. Denilebilir ki İslam medeniyeti camiden dünyaya yayılmıştır. Eğer Medine'deki Hz.Peygamber mescidi olmasaydı, bu muhteşem İslam medeniyeti vücut bulmazdı. Camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın sadece namaz kılınıp, çıkılıp gidilen yerler değildir, diyor. Camiler; ibadetle beraber dinimiz için dünyamız için yapılması gerekenlerin düşünülüp konuşulduğu yerlerdir.

 

Atatürk başka bir konuşmasında camilerde siyasetin konuşulmamasını istiyor. Din siyasete alet edilemez. Zira “siyaset renk değiştirir” . Bugün şöyle düşünür yarın başka bir şey düşünür. Ancak din bu şekilde değişkenlik arz eden bir kurum değildir. Siyaset, devleti idare etme, devleti yönetme sanatıdır. Siyaset kelimesi “seyis” den gelir.Seyis, at bakıcısı, at tımarcısı demektir. Arapça bir kelimedir. Yani yönetmek sanatıdır. Elbette dinin kendine özgü bir siyaseti vardır. Hiçbir din siyasetsiz değildir. Her dinde mutlaka siyaset vardır. Fakat değişen bir siyaset değil, kalıcı bir siyasettir. O siyasete insanlar uyarsa, doğruyu bulurlar.Günlük siyasetin camilerde konuşulması tefrikaya sebep olur ve tevhid inancını zedeler. Bunun için biz Diyanet İşleri Başkanlığı olarak günlük politikanın camiye sokulmaması için azami gayret gösteriyoruz. Atatürk; camide her şey konuşulsun,ama din ve dünya için elzem olan şeyler konuşulsun, diyor.

 

Atatürk şöyle devam ediyor: “Minberlerin halkın şuuru ve vicdanlarında bir ilim ve nur kaynağı olabilmesi için buradan yankılanacak sözlerin anlaşılması ve ilmi ve fenni hakikatlere uygun olması lazımdır. Hepimizin siyasi, sosyal ve medeni gelişmeleri her gün takip etmemiz gerekmektedir. Bunlar bilindiği takdirde, halka yanlış şeyler öğretilip aşılanmamış olur.” Evet bunlar çok değerli yol gösterici sözlerdir.

 

İSLÂM DİNİNDE RUHBANLIK YOKTUR

Nutuk'un dışında da sağlam kaynaklarda Atatürk'e ait çok güzel veciz sözler vardır. Atatürk ruhban sınıfının olmadığından da bahsederek, şunları söylüyor: “Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin ahkamını eşit olarak öğrenmeliyiz. Her fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir.”

Biliyorsunuz, bizim dinimizde ruhbanlık yoktur. Allah'la kul arasında aracı yoktur. Kur'an-ı Kerim’de, “ Biz insana şah damarından daha yakınız” buyurulmaktadır. Yüce Allah şahdamarımızdan bize daha yakın olduğuna göre, insanla arasında mesafe söz konusu değildir. İslam dininde Hıristiyanlıkta olduğu gibi din adamı sınıfı, yani mümtaz, imtiyazlı bir sınıf da yoktur. Buna mukabil ulema, yani bilginler sınıfı vardır. Kur'an-ı Kerimde; “Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu?” denilmektedir. Burada ulema kelimesinden sadece din uleması da kast edilmemektedir. Dinin dışındaki sahalarda bilgi sahibi olanlar da ulema sınıfına dahil edilmektedir. Bir fizik alimi, bir matematik alimi, bir astronom da, tıpkı fıkıh bilgisine sahip bir insan gibi, ulema sınıfına mensup kabul edilmektedir.

İslam Dininde ilim; din ilmi, dünya ilmi diye ayrılmaz. İlmin hepsi makbuldür ve ilim insanı gerçeğe götürür, hakikate ulaştırır. Pastör'ün güzel bir sözü var: “Benim ilmim ne derecede ise, o nispette Allah'a yakınım. Eğer ilmim daha fazla olsa daha fazla yaklaşırım”; “Bütün kainat Allah'ı inkar etse, bir mikrobun varlığı O’nu bana tarif etmeğe, göstermeye yeter” diyor. Onun için ilmin hepsi makbuldür. Tabiatıyla konularına göre, mevzularına göre ilimler sınıflandırılmıştır.

 

Allah'la kul arasında aracı yoktur. Peygamberimiz bu aracıyı ortadan kaldırmak için gönderilmiş son peygamberdir. Hıristiyanlıkta günahtan temizlenmek için mutlaka papaza başvurmak gerekir. Kiliselerde görüyorsunuz, insan, kusurlarını itiraf ediyor. Orada papaz, Allah'la kul arasında vasıtadır. İnsanları günahlarından Allah adına temizliyor. ll.Dünya Savaşı’nda canavarları bile utandıracak, cinayetleri işleyenler papazın önünde günahlarını sayıp döktüler ve tertemiz oldular(!) İşte böyle bir anlayış İslamiyet’te kesinlikle yoktur. İhlâsla “Allah” diyenin, duasını Allah kabul eder, günahlarını da bağışlar. Günahını, başkalarının yanında söylemekte günahtır. İçimizde olan bir günahı başkalarının yanında ifşa etmemiz dinimizde yasaklanmıştır.

 

KUVA-İ MİLLİYE VE MİLLİ MÜCADELENİN MANEVİ DİNAMİKLERİ

Milli mücadele, Türk tarihinin en önemli hadiselerinden biridir.Bu mücadele;Anadolu insanının başarıyla sonuçlandırdığı tarihe altın harflere yazılmış bir destandır. Türk milletinin top yekûn seferber olduğu, mevcudiyetini, imanını, şeref ve istiklalini korumak için ayaklandığı, milletin her ferdinin üzerine düşeni yaptığı, el ve gönül birliği ettiği bir mücadeledir. Bu mücadele imanın, hürriyet, istiklal, birlik ve beraberlik, fedakarlık ve gayret şuurunun, emsaline ender rastlanır numunelerinden birisidir. Kuşku yok ki bu mücadele, birçok millete, bağımsızlıklarını kazanma yolunda bir örnek olmuştur.

Milli Mücadele; 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi’nden 11 Ekim 1922 tarihli Mudanya Mütarekesine kadar geçen ve yaklaşık dört yıl süren bir zaman sürecinin adıdır. Bu mücadelenin içinde, cephelerde fiili çatışmalar var, halkı bu davaya inandırma gayretleri var, yurdun karış karış dolaşılması, halkın ikna edilmesi, isyanların bastırılması, milislerin organize edilmesi hareketi var. Bir devletin kuruluşu ve düzenli bir orduya geçişi var. Yani imkansızın başarılması hadisesi var. Kısacası dört yıla sığdırılmış belki yüz yıllık bir başarılar yumağı var. Bu süreç kesin askeri bir zaferle sonuçlanmıştır. İşte Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu kutlu mücadeledeki başarının müşahhas sonucu olarak bugün dimdik ayakta durmaktadır. Bölgesinin en saygın ve en güçlü devletidir.

Milli Mücadele; Türk milletinin tarihin derinliklerinden beri sahip olduğu özellikleri taşıyan bir halk hareketidir. Birinci Dünya Savaşında yenilgiye uğramış, elinden silahları alınarak ordusu dağıtılmış, ülkesinin bir çok yeri işgale uğramış bu millet, bu kez son vatan toprağı Anadolu’yu düşmanların işgalinden kurtarmak, hürriyet ve istiklalini muhafaza etmek için büyük devletlerle bir kez daha karşı karşıya gelmiştir. 1000 seneden beri hep devlet kurarak ve bağımsız olarak yaşamaya alışmış Türk milletinin içine düştüğü bu çaresizliği bir yazgı olarak kabullenmesi mümkün değildi.

 

Anadolu’da Milli Mücadele fikri, daha Birinci Dünya Şavaşı’nın yenilgiyle sonuçlanacağının anlaşılmasıyla başlamıştı. Mustafa Kemal Paşa ’nın 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkışı Milli Mücadele için yeni bir merhale olmuştur. Milletin temayül, irade, istidat ve kudretini en iyi ve en büyük liyakatla sezen Atatürk’ün liderliği ile Milli Mücadele Anadolu’da makes bulmuştur.

 

Bildiğiniz gibi Kuvai Milliye, bağımsızlık mücadelesinin düzenli ordudan önceki safhasında önemli hizmetlerde bulunmuştur. Bu adla teşkilatlanan milisler, milli uyanış hareketinin başlamasında ve yer yer işgal kuvvetlerinin gücünün kırılmasında küçümsenemeyecek fonksiyonlar icra etmişlerdir. Kuvayi Milliye, halkın düşman saldırılarına boyun eğmiyeceğinin, ülkesi ve mukaddesatını sonuna kadar savunacağının, hürriyet ve bağımsızlığını koruyacağının bir haykırışıdır.

 

Bu vesileyle din hizmet sunan bir kurumun Başkanı olarak değerli huzurlarınızda bir hususu dile getirmek istiyorum. Bu kutlu mücadelenin bütün safahatında gerçek din adamlarının büyük katkısı ve emeği olmuştur. Bugün iftiharla bu hakikati dikkatlerinize arz ediyorum. Muhakkak ki bu mücadele ve başarı kollektif çalışmanın bir sonucudur. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, bu büyük başarı, topyekun bir milletin başarısıdır. Her meslek erbabının bunda katkısı dikkate değerdir. Ancak halkın bu davaya inandırılmasında, milletin ruhunda ve benliğinde mevcut olan direnme gücünün ateşlenmesinde, din bilginlerinin ve görevlilerinin büyük katkısı olmuştur. Ölüm kalım mücadelesinin ilk günlerinde halk, Mustafa Kemal Paşanın da belirttiği gibi hakiki vaziyeti tam olarak anlayamamıştı. Fikirlerde bir karışıklık vardı. Dimağlar adeta durgun bir haldeydi. İşte bu durumda pek çok din adamı yine Mustafa Kemal’in ifadesiyle “Hakikati halka izah ettiler. Doğru yolu gösteren vaaz ve nasihatlarda bulundular. Halkı direnişe çağırdılar”.

 

Biz Diyanet İşleri Başkanlığı olarak bu katkıları bütün ayrıntılarıyla Türk kamuoyuna yansıtmak üzere, şu ana kadar iki önemli ve değerli yayın faaliyetini gerçekleştirmiş bulunmaktayız. Bunlardan birincisi tarihçi Cemal KUTAY’a hazırlattırılan “Kurtuluşun ve Cumhuriyet’in Manevi Mimarları” isimli çalışmadır. Diğeri de Prof. Dr. Ali SARIKOYUNCU’nun “Milli Mücadelede Din Adamları” adlı iki ciltlik eseridir. Her iki eserde de kurtuluş mücadelesinin dayandığı manevi dinamikler bütün açıklığıyla ortaya konulmuştur. Hemen ifade edelim ki, din adamlarının katkıları bu iki çalışmada zikredilenlerden ibaret değildir. Arşivlerde bu konuda gün ışığına çıkarılmayı bekleyen daha çok tarihi vesika bulunmaktadır.

 

Din adamlarının gayretlere örnek olmak üzere burada belki de birkaç ismi zikretmek yerinde olacaktır. Mesela bunlardan biri Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi’dir. Bu değerli Müftümüz, Denizli’de düzenlediği mitingle Ege’de Milli Mücadele meşalesini ilk başlatan kişi olmuştur. Bildiğiniz gibi, 15 Mayıs 1919’da İzmir Yunanlıların işgaline uğrayınca, acı haber derhal Denizli’ye ulaşmıştır.Bunun üzerine Ahmet Hulusi Efendi derhal halkı toplayarak onlara tarihi bir konuşma yapmıştır. Konuşmada Müftümüz, düşman işgaline karşı ilgisiz ve hareketsiz kalmanın dine ve devlete ihanet anlamına geleceği, vatana karşı irtikap edilecek cürümlerin Allah ve tarih önünde affının imkansız bir günah olacağı, istiklal aşkı, vatan sevgisi, haysiyet şuuru ve kalplerdeki iman gücü ile bu mücadelenin zaferle sonuçlanacağını belirtmiştir.

 

Tabi daha pek çok ismin katkılarını zikretmek mümkündür. Madem ki burada Balıkesir’de bu konuşmayı yapıyoruz, Balıkesirli din adamlarının katkılarına da temas etmeden geçmeyelim. Edremit Müftüsü Hafız Cemal’in ve Hasan Basri ÇANTAY hocanın da değerli gayretlerini anmak gerekir. O, Kurtuluş savaşımızın isimsiz kahramanlarından birisidir. Kimsenin sesinin çıkmadığı o felaket günlerinde Hasan Basri ÇANTAY Balıkesir’den bir ses yükseltmeye karar vermiş, bu isimde bir gazete çıkararak Türkün çiğnenen haklarını savunmaya girişmiştir.

 

Gerçekten de Birinci Dünya Savaşı sonrasının kara günlerinde Balıkesir’den yükselen bu ses, kardeş sesiydi. Vatan sevgisiyle dolu, zulme ve haksızlıklara karşı haykıran bir sesti. Hasan Basri ÇANTAY hocanın çalışmaları bunlarla da sınırlı kalmamıştır. Görev aldığı ilk Mecliste de tam bir vatanperver gibi mücadelesine devam etmiştir. O günlerin güç şartları altında Milli Mücadelenin gayesine ulaşması için kendisine tevdi edilen her türlü görevi seve seve yerine getirmiş, zihinleri yeni Türkiye Cumhuriyetini kabule hazırlamak için mecliste konuşmalar yapmıştır. Milli mücadele öncesi yalnız Balıkesir’de değil, memleketin her tarafında yankı uyandıran güçlü sesler olmuştur. Bunların en önemlilerinden birisi de Mehmet Akif ERSOY’dur. Bu vesileyle başta Atatürk ve silah arkadaşları olmak üzere, bu kahramanların ve şühedanın hepsini rahmetle anıyorum.

 

SONUÇ

Atatürk'ün din hakkında söylediklerini bir nebze anlatmaya çalıştım. Söylediklerim büyük ölçüde Atatürk’ün kendi ifadeleri olmakla beraber, daha iyi anlaşılması için bunların yorumlarını da yapmaya çalıştım. Sizler de, alıp Nutuk'tan veya diğer kitaplardan bunları okursanız Atatürk'ün dine nasıl baktığını öğrenebilirsiniz. Bir insanı sevmek, ancak onu iyi tanımakla mümkündür. Ebu Hanife'yi seviyorsanız, eserlerini okumanız gerekir. Onun eserlerini hiç okumamış birisi onu nasıl sevecektir? Peygamber hakkında hiçbir bilgisi olmayan onu nasıl sevecektir? Bir kişiyi sevmek için onu tanımak lazım, tanımak için de okumak lazımdır. Ben şuna inanıyorum: Eğer Atatürk'ün sözleri layıkıyla okunabilseydi, bugün Atatürk hakkında olumsuz kanaat taşıyan bir takım insanlar bu kanaatlerinden vazgeçerlerdi. Bunu Atatürk'ü iyi okumamız, iyi tanımamız için söylüyorum. Tarih şuuru çok önemlidir. Dününü bilmeyen, bugününü iyi anlayamaz. Bugününü bilmeyen yarın için hazırlıklı olamaz. Onun için tarihimizi çok iyi tetkik edip, öğrenmemiz lazım. Atatürk beşer tarihini çok iyi biliyordu. İslam dini, milli heyecana karşı değildir, ırkçılığa karşıdır. Yine okuduğunuz zaman göreceksiniz, Atatürk ırkçılığa şiddetle karşı çıkmıştır. Irkçılık milletimizi parçalara ayırmak için düşmanlarımız tarafından ortaya atılmış bir fikirdir. Ancak milliyetçilik, yani her insanın milletini sevmesi,milli tarihiyle övünmesi, milli menfaatlerini düşünmesi, dinimizde yasaklanmamıştır. Nitekim Kur’an-ıKerim’de, birçok ırkların varlığından bahsedilir. Ancak bunu ideoloji haline getirmek yasaklanmıştır. Kavmiyetçilikle, ırkçılık arasında veya milliyetçilik ile ırkçılık arasında fark vardır. Birisi psikolojik hadisedir. Diğeri ise ideolojiktir. İdeolojik hale getirilirse o zaman zararlı olur. Şüphesiz tarihimiz övünülecek çok şeylerle doludur. Türk Tarihi sadece Cumhuriyetle veya Osmanlı Tarihi ile başlamıyor. Daha gerilere 8.bin yıla kadar giden bir tarihimiz vardır ve bu tarihimizde bize ışık tutan yönler, hikmetler ve ibretler vardır. Bir milleti ayakta tutan bu tarih şuurudur.

Ülkemizin önünde yeni ufuklar var. Millet olarak geleceğimiz yeni umutlara gebedir. Tarih lehimize dönmüştür. Lehimize dönmüş tarihi iyi kullanmalı ve önümüze hedef olarak konmuş olan muasır medeniyet seviyesine muhakkak ulaşmalıyız. Milli ve manevi değerlerimizden aldığımız eşsiz özelliklerimizi yaşatma gayreti içinde olmalıyız. Bu bizim çocuklarımıza ve gençlerimize bırakabileceğimiz en değerli miras olacaktır. Bizden öncekiler bağımsızlığı, Cumhuriyeti ve bu yüce devleti bize miras bıraktılar. Bu değerlere sahip çıkmalı, bunu çocuklarımıza da öğütlemeliyiz.

Sözlerime son verirken Sayın Valime ve beni dinleme lütfunda bulunduğunuz için sizlere teşekkür ediyor, sevgiler, saygılar sunuyorum.

 

 

Mehmet Nuri YILMAZ
Diyanet İşleri Başkanı 

 

 

Kaynak: http://aykanaykan.blogcu.com/

 

Atatürk Köşesi ☪

Dernek:

Kameramizdan..

Tavsiyeler


Hayat PAYLAŞınca Güzel

Sitemize beğendinizmi?